Sıcak günlerin ardından Akdeniz ve Ege’de havalar soğumaya, ilk yağışlar düşmeye başladı.
Ne zaman birkaç damla yağmur yağsa, şehirlerin göle döndüğü manzaralar tekrar karşımıza çıkıyor.
Alt geçitlerde araçlar suya gömülüyor, insanlar dizlerine kadar suda yürümek zorunda kalıyor.
Açıklamalar yine benzer: “Kısa süreli ama etkili yağış.”
Şehirler yıllar içinde betona boğuldu.
Yağmur suyunun ulaşabileceği toprak yüzeyi giderek azaldı.
Yağmur artık toprağa değil, doğrudan insanların üzerine düşüyor.
Dünyanın birçok bölgesinde, Hindistan’dan Çin’e, Hollanda’dan Avustralya’ya kadar, “sünger şehir” kavramı üzerine çalışmalar yürütülüyor.
Bu şehirler, suyu emen, tutan, yönlendiren canlı organizmalar gibi tasarlanıyor.
Türkiye’de ise turizm şehirleri bu tabloyu en net gösteren örnekler arasında.
Antalya, Bodrum, Manavgat, Alanya, Fethiye, Kuşadası, Marmaris…
Yaz aylarında birer tatil cenneti olan bu şehirler, kışın yoğun yağışlarla zor günler geçiriyor.
Bir sağanak yağışla otellerin zemin katlarını su basıyor, sahil yolları göle dönüyor.
Akarsuların kenarına kurulmuş şehirlerde risk çok daha yüksek.
Taşan dereler kısa sürede otel lobilerine kadar ulaşabiliyor.
Ardından yapılan açıklama ise genellikle aynı: “Doğal afet.”
Oysa bu durumun ardında çoğu zaman ihmaller, yanlış şehir planlamaları ve yetersiz altyapılar bulunuyor.
Sürdürülebilirlik kavramı genellikle güneş enerjisiyle özdeşleştiriliyor.
Oysa turizmde sürdürülebilirliğin en önemli unsurlarından biri yağmurla ilgilidir.
Yağmur, doğanın sabrını temsil eder.
Yağış miktarı arttığında, suyun yönetilemediği şehirlerde sabrın sınırları da görünür hâle gelir.
Dünyada bu konuda geliştirilen çözümler dikkat çekici.
Çin’de “sünger şehir” uygulamalarıyla kentlerin büyük bir kısmı yağmur suyunu emip yeraltına iletebiliyor.
Hollanda’da su meydanları oluşturuluyor; yağmur yağdığında geçici göllere dönüşen bu alanlar, kurak dönemde yeniden halka açık sosyal mekânlara dönüşüyor.
Türkiye’de ise çoğu şehirde hâlâ çözüm, kaldırım seviyesini yükseltmekle sınırlı kalıyor.
Fakat su, her defasında aynı gerçeği hatırlatıyor: Doğayı kandırmak mümkün değil.
Anadolu’nun tarihinde ise suyu yönetmek bir mühendislik değil, bir yaşam kültürüydü.
Kapadokya’daki yeraltı şehirlerinde yağmur suları tüneller aracılığıyla toplanır, sarnıçlarda biriktirilirdi.
Mardin evlerinde damlardaki her yağmur, taş oluklarla “güvercinlik sarnıçları”na yönlendirilirdi.
Bergama ve Efes’teki Roma dönemi su kanalları, yalnızca suyu taşımakla kalmaz, aynı zamanda arıtma işlevi görürdü.
Selçuklu kervansaraylarında su toplama çukurları ve yer altı depoları bulunurdu.
Osmanlı döneminde “su yolları” ve “hazneler” aracılığıyla İstanbul’un her semti kendi suyunu yönetebiliyordu.
Su, tarih boyunca Anadolu medeniyetlerinin ortak paydasıydı.
Toprakla, taşla, insanla bir denge içinde yönetilen bu su kültürü, bugün modern şehirlerde yerini betonla çevrili kanallara, kapalı rögar sistemlerine bırakmış durumda.
Yağmur, bir zamanlar bereketin simgesiyken, bugün şehirlerin zayıf noktalarını ortaya çıkaran bir sınav hâline geldi.