Dağlardan doğar.
Ovaya iner.
Denize kavuşur.
Bizim can damarımızdır.
Denizlerimiz böyle beslenir.
Ama biz…
Beslediğimiz denizi öldürüyoruz.
Belek, Acısu, Beşgöz Deresi, Aksu, Kopak Çayı…
İsme bakınca şiir gibi.
Gerçeğe bakınca felaket gibi.
Çünkü bu dereler artık su taşımıyor.
Atık taşıyor.
Kanalizasyon taşıyor.
Pestisit taşıyor.
Gübre taşıyor.
Sonra?
Deniz “mikro kirletici çorbası”na dönüyor.
Su sıcaklığı artıyor.
Mikroalgler coşuyor.
Fitoplankton patlıyor.
Sonuç:
Denize giren vatandaş yanıyor.
Kaşınıyor.
Gözleri kızarıyor.
Tatile geliyorsun…
Denizden çıkınca doktora gidiyorsun.
Balıkçıya yasak var…
Dere ağzından 500 metre içinde ağ atamıyor.
Ama vatandaşa serbest.
Gir istediğin gibi.
Çocuğunu sok.
Nefesini tut, dal.
Sonuç?
Kaşıntı.
Kusma.
Alerji.
Marmara’daki müsilajı hatırlayın.
Deniz gitti.
Balıkçılık çöktü.
Aynı kaderi Antalya da yaşayabilir mi?
Yaşayabilir.
Ama biz hâlâ yeni tesis yapalım mı diye konuşuyoruz.
Denizi koruyacak mıyız, korumayacak mıyız… Ona bakan yok.
Çözüm mü?
Basit.
Dereye kanalizasyonu sokma.
Tarımsal atığı engelle.
Su kalitesini ölç, halka açıkla.
Risk varsa uyarı levhası koy.
Önce çevreyi düşün.
Ama yapıyor muyuz?
Yapmıyoruz.
Sonuç?
Deniz elden gidiyor.
Cennet satılmaz arkadaş…
Cennet korunur.